Büyük Nutuk » Bölüm: 19.4
Büyük Nutuk » Bölüm: 19.4 Efendiler, o gün de gensoru görüşmeleri bir sonuca bağlanamadı; ertesi güne bırakıldı. 8 Kasım günü yapılacak görüşmeleri beklemek üzere, biraz da o günlerdeki bazı yayınları gözden geçirelim. Vatan gazetesinin 5 Kasım 1924 tarihli sayısındaki başyazıda, Hükûmet’i tenkit edenler ve muhalefette yer alanlar öğülmekte, Hükûmet taraftarları suçlanmaktadır. Başyazar: «Daha ağzını açmayan tenkitçi adaylarına karşı, her gün […] TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI
MECLİS’TE YAPILAN GÖRÜŞMELERİN MUHALİF BASINDAKİ YANKILARI
Efendiler, o gün de gensoru görüşmeleri bir sonuca bağlanamadı; ertesi güne bırakıldı. 8 Kasım günü yapılacak görüşmeleri beklemek üzere, biraz da o günlerdeki bazı yayınları gözden geçirelim.
Vatan gazetesinin 5 Kasım 1924 tarihli sayısındaki başyazıda, Hükûmet’i tenkit edenler ve muhalefette yer alanlar öğülmekte, Hükûmet taraftarları suçlanmaktadır.
Başyazar: «Daha ağzını açmayan tenkitçi adaylarına karşı, her gün kulaktan kulağa yeni bir saldırgan söz fısıldanıyor.
Hükûmetçi gruptan olan her kime rastlarsanız, o günün gizli günlük emrindeki sözleri olduğu gibi işitirsiniz» dedikten sonra, sözlerini doğrulamak için birtakım örnekler sayıyor ve «körükörüne emre uymayan, gerçeği görüp söylemek isteyen kimseleri daha başlangıçtan susturmak için her vasıtaya başvuruyorlar» ve «keyfî irade, tabiî ve istikrarlı durumun üstünde, hâkim olma niteliğini korumaya devam edecektir» diyor.
Efendiler, yazar «gizli günlük emir» ve «keyfî irade» deyimleriyle, millete neyi haber vermek istiyordu.
Gizli günlük emirler veren, keyfî iradesini hâkim kılan kimdi? Bu gizli kapaklı sözleri kullanan makale yazarı, sonunda bize : «Taraf tutmaksızın, bir hakem durumunda, her iki tarafı da çağırıp dinlemek, Cumhurbaşkanlığı’nın en nazik ve önemli görevidir» öğüdünü veriyor.
Bu görevin hemen yapılmasını istiyor ve «çünkü yarın pek geç olabilir!» diye tehdit de ediyor.
Bir gün sonra, benim Meclis’in yeni dönemini açış nutkumdan söz eden aynı yazar, «tenkit eğilimi gösteren en hür düşünceli vatandaşları, zaman zaman susturmaya çalışan tekelci bir siyasî sistem, gelişme ve ilerleme için kahredici bir cehennem demektir» cümlesiyle, uyguladığımız sistem için pek haksız ve insafsız bir iftirada bulunuyor ve: «Uğursuz gidişin belli bir noktada durdurulması, yeni bir çığır açılması lâzımdır.» diyerek, bize yeniden görevimizi hatırlatıyordu.
Vatan yazarı, bir gün sonra yazdığı «sokaktaki adam» başlıklı başmakalesini: «İnşallah iyi olur, demekten başka yapacak şey kalmamış gibi görünüyor» cümlesiyle bitiriyordu.
8 Kasım 1924 tarihli Vatan gazetesinde yayınlanan bir Ankara telgrafında: «Meclis, yüksek mevkide bulunanlar uygun görmedikçe kabineyi düşüremeyecektir» tarzında büyük harflerle yazılmış ve «Rauf Bey’in dünkü konuşmasında, gensoru dışında önemsiz şeylerden söz etmekle, gensoru isteyenlerin durumunu sarstığı ve gensoru dâvâsının etkisini azalttığı söylenmektedir» gibi haberler vardır.
Vatan gazetesinin, gensoru dâvâsını takip için özel olarak gönderdiği muhabiri, izlenimlerinde pek isabet göstermiyorsa da, gensoru meselesinin etkisini azaltma sebebi ile ilgili haberinde aldanmış görünmüyordu.
Efendiler, Tevhidi Efkâr başyazarı da, bir sürü başmakalelerle muhalefeti destekleyip cesaretlendiriyor; kendini savunan Hükûmet’in ve Hükûmet’i tutan milletvekillerinin kendilerini savunmalarını ve söz söylemelerini bile istemiyordu.
Bu başyazar diyordu ki: «Meclis’te Hükûmet’i tutan milletvekilleri, böyle her önemli işi, gürültüye boğmak eğlencesinde devam ederek, bunları tenkit edenleri susturdukça, hiç şüphe yok ki, İsmet Paşa Hükümeti güvenoyu alacaktır.
Ancak, bu güvenoyunun gerçek değeri, nihayet, küçük bir sandığın içine çok sayıda beyaz kâğıt atılmış olmasından ibaret kalacaktır.»
Bu safsatalar üzerinde durmaya gerek yoktur. Biraz da Tanin gazetesine bakalım: Tanin’in «Siyasî Mayalanmalar» adlı bir başmakalesinde «Kutsal Millî Mücadele’de büyük hizmetleriyle tanınmış, saygıdeğer ve güvenilir bazı kimseler arasında bir işbirliği yapılmakta olduğu» haberinin alındığından; «Halk Partisi’ni ve Hükûmet’i samimî olarak tutan basının» «bu haberleri büyük bir hoşnutsuzlukla karşılayıp yorumlamalarından» ve «kurulmakta olan yeni partiyi, daha şimdiden gözden düşürecek şekilde düşünceler ileri sürülmesine kalkışıldığından» söz edilmektedir.
Makalede, program konusu üzerinde de durularak, Halk Partisi’nin bir programının bulunmadığına işaret edildikten sonra, «Biz Halk Partisi’nden hiç memnun değiliz, fakat Halk Partisi’nin ilkeleri adına söylenen ve görülen şeyleri tamamiyle benimsiyoruz» deniliyor ve Halk Partisi’nin ilkelerinden ne anlaşıldığı açıklanarak: «Fakat acaba gerçekte de öyle midir?» sorusu ortaya atılıyor.
Yazar, bu soruya olumsuz cevap veriyor ve «gönlümüz, karşısında böyle yenilikçi ve reformcu bir partiyi görmek istediği için, Halk Partisi’ni bu dediğimiz şekilde hayal ediyoruz» diyor. Ondan sonra yazar, şunları söylüyor: «Halk Partisi’nin programı ve sözleri başkadır, tuttuğu yol başkadır. Halk Partisi’nin demokratlığı dudaklarındadır.»
Bu görüşün sahibi, birinci cümlesiyle, «Halk Partisi, Cumhuriyet ilân edeceğini, hilâfeti kaldıracağını programına yazıp ilân etmedi ve söylemedi; fakat fiilî olarak yaptı» demek istiyorsa, doğrudur! Ancak, ikinci cümle ile Halk Partisi’ne yönelttiği suçlama doğru değildir.
Makale sahibi, muhalif kimselerin iktidar mevkiine geçmek istemelerinin kanunî hakları olduğunu ispatlamak için kullandığı birçok söze şunu da ekliyor : «Vatan düşüncesiyle hareket etmek, yalnızca Tanrı’nın iktidar mevkiindeki kimselere hak olarak bahşettiği bir fazilet midir?»
Tanin başyazarı, 4 Kasım 1924 tarihinde yazdığı «Ordu ve Siyaset» adlı bir başmakalede de şu düşünceleri ileri sürüyor: «Hükûmet şekli Cumhuriyettir. Fakat, hükûmetin yalnız adını değiştirmek hiçbir yarar sağlamaz. Asıl değiştirilmesi gereken nokta, işin ruhudur, prensipleridir.
Bugün Amerika’da, Birleşik Amerika Devletleri dışında daha yirmi kadar memleket vardır ki, hepsinin adı da Cumhuriyettir. Hattâ, hep zencilerden meydana gelen Haiti bile bir Cumhuriyet idi.
Fakat, buralarda, Cumhuriyetin istibdat rejiminden farkı pek azdır. Soydan gelen bir hükümdar yerine, zorla Cumhurbaşkanlığına gelmiş bir zorba görürüz. İşte bu kadar! Reisicumhur adını taşıyan bu zorba devleti keyfince yönetir. Mutlak bir hükümdar gibi, keyif ve hevesinden başka bir kanun tanımaz.»
Tanin başyazarı, söz konusu ettiği Amerika Cumhuriyetlerinden Şili’yi bir yana bırakarak, diğerleri için diyor ki: «Hiçbirisi, bugün, gerçek Cumhuriyet adını taşımaya lâyık değildir. Çünkü demokrasiye… dayanmıyorlar»; «Cumhuriyet adı altında mutlak hükûmetlerin hâkim olması, liderlerin asker olması yüzündendir.»
Burada bir an durmak isterim. Efendiler, bu makale, milletvekili olan komutanların, milletvekilliğinden istifaları üzerine ve o münasebetle yazılıyor.
Fakat öyle bir zamanda yazılıyor ki, ordularımızın müfettişleri, orduları bırakıp Hükûmet’i düşürmek için Meclis’e gelmişlerdir. Bu yazar da, onların iktidar mevkiine geçmek istemelerinin kanunî hakları olduğunu ispat için, daha bir gün önce sütunlarca yazı yazmıştır.
Cumhuriyet’in, mutlak hükûmet rejiminden farksız olabileceğine örnekler sıralayan ve bunun sebebinin de demokrasiye dayanmamak olduğunu söyleyen yazar, «Hükûmet partisinin demokratlığı dudaklarındadır» diyen zattır. Bunun böyle olması «askerî liderler yüzündendir» diyen kimse, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın da askerî liderlerden biri olduğunu bilen kimsedir.
Bu kimsedir ki, askerî liderlerden olan filân ve filânları, yine askerî liderlerden olan Türkiye Cumhurbaşkanı ve Türkiye
Başbakanı ile karşı karşıya getirip biribirlerine cephe aldırmak için, bütün gücüyle çalışıyor ve sonra sevmediği tarafın yıkılmasını millete gerekliymiş gibi gösterebilmek için, sözde dikkate değer ve ibret alınacak örnekler veriyor ve «hangi general, başına daha çok âsi toplayabilirse, Cumhurbaşkanlığına o geçer»; «ordu komutanları ve eşkiya reisleri birbirleriyle çarpışarak Cumhurbaşkanlığı makamını zorla ele geçiriyorlar» diyor.
Efendiler, bu ve buna benzer sözlerin ne maksatla ve nasıl bir duygu içinde yazıldığını fark etmemek ve bu gibi yayınların Meclis üyeleri üzerinde ve kamuoyunda bırakacağı olumsuz ve zararlı etkileri anlamamak mümkün değildi. Ne yazık ki, bu bozguncu etkiler gerçekten de fiilî tepkilerini göstermiştir.
Refet, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa’ların, Millî Savunma Komisyonu (225)’na seçilmemiş olmalarından üzüntü duyan aynı cumhuriyetçi yazar, bu defa da, ordu komutanlarının, ordulara etki yapabilecek bir komisyona seçilmemiş olmalarını doğru bulmuyor.
Bu noktada, pek sevdiğini anlatmak istediği demokrasiye uygun davranıştan bile vazgeçiyor. Bu düşünceleri içine alan cümleleri hep birlikte gözden geçirelim:
«Siyaset» başlığı altında yazılmış yazılar arasında «Millî Savunma Komisyonu, Millet Meclisi’nin hemen hemen en az siyasî olan, hattâ siyasetle hiç ilgisi bulunmayan bir çalışma koludur» cümlesi okunur.
Yazar, bu cümle ile, Meclis’e giren ordu müfettişlerinin siyasetle ilgisi bulunmayan bir alanda çalışmalarına neden ve ne için meydan verilmedi? demek istiyor. Buna şu yolda cevap vermek mümkündür: Millî Savunma Komisyonu siyasî işlerle ilgisi bulunmayan bir komisyon olduğuna göre, oraya sırf siyasî işlerle uğraşmak üzere Meclis’e gelmiş olanları sokmakta sakınca vardı da onun için!
Yazar, bu cümleden sonra devam ederek diyor ki: «Burada, vatanın namus ve istiklâlini savunacak orduyu yönetmeye daha düzenli ve mükemmel bir duruma getirmeye ve gelişmiş bir şekle sokmaya yarayan kanunlar yapılacaktır. Kendilerini politikacılık hırsına kaptırmayıp da yalnız vatanı düşünenlerin, bu görevi, ordu ileri gelenleri arasında en muktedir kimselere vermeleri bir vatan borcudur.»
Bu cümleler üzerinde de biraz duracağım:
Ordunun yönetimi, daha düzenli ve mükemmel bir duruma getirilmesi ve daha da gelişmiş bir şekle sokulması hususu çok önemlidir.
Bu hususla görevli bulunan ve uğraşan makam «Genelkurmay» dır. Yazarın da dediği gibi, bu makamda en seçkin komutanlarımız bulunmaktadır. Ordunun yönetimi, düzenlenmesi ve daha mükemmel bir duruma getirilmesi işlerini üzerine almış bulunan Genelkurmay, gerektikçe, bu konularda Hükûmet’e tekliflerde bulunur.
Genelkurmay’ın ve Hükümet içinde yer alan Millî Savunma Bakanlığı’nın enine boyuna düşünüp tespit ettikleri meseleler, her yıl toplanan «Yüksek Askerî Şûrâ» tarafından incelenir ve görüşülür.
Yüksek Askerî Şûrâ; Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma Bakanı, Bahriye ve Ordu Müfettişlerinden oluşur. Yüksek Askerî Şûrâ’nın incelemesinden geçen ve uygulanması kabul gören hususlardan, gerekli bulunanlar hükümete teklif edilir.
Bu teklifler içinde uygulanmak üzere kanunlaşması gerekenler varsa, işte onlar Meclis’e sunulur. Meclis’te usulüne uyularak Millî Savunma Komisyonu’ndan ve ilgisi varsa başka komisyonlardan da geçtikten sonra, Meclis Genel Kurulu’nda görüşülür ve kanunlaştırılır.
Millî Savunma Komisyonu’ndaki üyelerin askerlikten anlaması gerekir. Fakat yalnız askerlikten anlaması yeterli değildir. Devletin maliyesinden, siyasetinden ve daha birçok şeyden de anlaması gerekmektedir. Yalnız askerlikten anlamak, ordu ile ilgili kanun tasarıları hazırlamak için yeterli sayılsaydı, Genelkurmay’ın tespitinden ve Yüksek Askerî Şûrâ’nın da onayından sonra, tasarıların ayrıca başka bir komisyonda veya komisyonlarda incelenmelerine gerek kalmazdı.
Zira, politika ile uğraşan kimseler, askerlikten gelmiş olsalar bile, bütün hayatlarını ilim ve teknikle ve askerî gelişmeleri günü gününe takip ve uygulamakla geçiren kimselerden daha uzman ve daha yetkili olamazlar.
Ordunun yönetimi, düzenlenip daha mükemmel bir duruma getirilmesi için pek yerinde görüşleri ve büyük tecrübeleri olduğunu zanneden ve Yüksek Askerî Şûrâ’da kanun gereğince üye bulunan ordu müfettişleri için en uygun çalışma alanı, orduların başındaki ve Yüksek Askerî Şûrâ içindeki yerleriydi.
Ciddiyet isteyen ve mevkiin değer ve önemini anlayıp; Hükûmet’i, Millî Savunma Bakanlığı’nı, Genelkurmay’ı beğenmeyip; onları, kendilerinin askerlikle ilgili düşünce ve tasarılarını değerlendirmekten uzak görerek, siyasî alanda çalışmayı tercih eden komutanların Millî Savunma Komisyonu’na girmelerini sağlamaya çalışmak; Onların, Hükûmet’ten Meclis’e gelen ordu ile ilgili her türlü teklifin sonuçlandırılmasını engellemek ve bunları elde bir koz olarak kullanmak suretiyle Hükûmet’i düşürmek ve Genelkurmay Başkanı’nı değiştirmek gibi kötü heveslerini gerçekleştirme maksadına dayanabilir.
Tanin başyazarının da, bu noktadaki gayesinin başka bir şey olduğunu zannetmek abestir.
Gayesinin gerçekleşmemesi yüzünden «kaygılı ve üzüntülü» olan yazar: «Eski Atina Cumhuriyeti’nde demokrasinin koyduğu ilkelere o denli sıkı sıkıya bağlı idiler ki, yönetimle ilgili kolların hiçbirinde, bilgi ve uzmanlık bakımından bile bir üstünlük kuralı kabul edememişlerdi.» Demokrasideki bu aşırılığa rağmen, «Atina demokrasisinde, generaller bu kuralların dışında tutulmuşlardır» diyor.
Halk Partisi’nin demokratlığının dudaklarında olduğunu ve Cumhuriyet’in mutlak hükümet rejiminden farksız bulunduğunu millete anlatmaya çalışan bir kimsenin, bu safsatasını daha gazetesinde okunmakta olduğu günlerde, iktidar mevkiine geçirmek gayretine koyulduğu generallerin demokrasi kurallarının bile dışında tutulabilecekleri görüşünü ileri sürmesi, sanırım ki, dürüst insanların yapabilecekleri hareketlerden değildir.
Efendiler, kin ve ihtiras, bir insanın düşüncesini ve vicdanını kararttığı zaman o insan nasıl konuşur, buna bir örnek ister misiniz?
İşte buyurunuz, aynı yazarın şu sözlerini dinleyiniz: «Halk Partisi’nin İsmet Paşa Hükûmeti’nin memlekete gösterdiği çirkin çehre! Şahsi ihtiraslarının peşinde bu kadar esir olan önderler, milli bir parti kurmak ve milleti temsil etmek iddiasına kalkışamazlar.»
«Geleceğin ümidiyle kaynayıp coşan gençler, taze ve temiz canlarını feda ettiler: Memleketi kurtarmak için! Memleketi, kendilerinden ve ihtiraslarından başka birşey düşünmeyen politikacılar elinde oyuncak etmek için değil!»
Gerçeğin tam tersini dile getiren bu demagoji ve safsata sahibi yazar, bizim kurduğumuz partiyi, bizim hükümet kurmakla görevlendirdiğimiz İsmet Paşa’nın ve Hükûmeti’nin çehresini çirkin görüyor ve gösteriyor.
Efendiler, bizim çehremiz her zaman temiz ve aktı; her zaman da temiz ve ak kalacaktır. Çehresi çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatanseverce vicdan temizliği ile ve namusluca davranışlarımızı, kendi bayağı ve çirkin ihtirasları yüzünden çirkin göstermeye kalkışanlardır.
MECLİS’TEKİ GENSORU GÖRÜŞMELERİNİN SON GÜNÜ
Efendiler, 8 Kasım günü, Meclis’te gensoru görüşmelerine devam edildi.
Feridun Fikri Bey’in «Meclis soruşturması» nın kabulü ile ilgili konuşması, birçok konuşmacının sözleriyle karışarak hayli uzadı. Ondan sonra Yunus Nadi Bey kürsüye çıkarak: «Efendiler, dedi, memleketin rejimi söz konusudur.
Cumhuriyet rejimi söz konusudur. Herşeyden önce bu meseleyi görüşmek lâzımdır!» Yunus Nadi Bey, Rauf Bey’in bir gün önceki sözleri üzerinde durarak, millî hâkimiyet mi Cumhuriyet’in gelişmesinden doğmuştur? Yoksa Cumhuriyet mi millî hâkimiyetin gelişmesinin sonucudur?» şeklinde bir nazariyenin tartışılmasının yersiz olduğunu açıkladı.
Rauf Bey’in «Değil halifenin, saltanatın, bu makamın haklarını elinden alabilecek olan herhangi bir makamın aleyhindeyim» şeklindeki sözlerini, Yunus Nadi Bey, şöyle yorumladı: Rauf Bey’e göre bu makamın hakları vardır. İfade açıktır.
Saklı hakları vardır. Sakın kimse almasın, günün birinde belki lâzım olacaktır.» «Halbuki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu çıkmıştır. Bütün makamlar tespit edilmiştir. Bütün durumlar kanunda yerini almış, belirtilmiştir. Ama hâlâ efsaneden safsatadan söz ediyor.»
Bundan sonra Yunus Nadi Bey şunları söyledi: «… Cumhuriyet’i beğenmeyen kimseler vardır. Açıkça söyleyemediklerini düşüncelerinde besleyen yaratıklar vardır ve bunlar içimizdedirler.» «… Öyle adamların kafası ezilir, efendiler!»
Yunus Nadi Bey, Rauf Bey ve arkadaşlarının gösteri yaparcasına davranışlarından, müfettiş paşaların istifalarından ve Meclis’in içinde oyun oynanılmayacağından söz ettikten sonra, dedi ki: «Özel ve gizli tertiplerle bazı maksatları gerçekleştirebiliriz kuruntusuna kapılarak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin köşesinde oturarak bu türlü şeyleri yapmak saygısızlıktır. Kabul edemeyiz, efendim.
Yunus Nadi Bey, Refet Paşa’ya ilişerek şunları söyledi:
«Yüksek malûmunuz olduğu üzere, Refet Paşa Hazretleri, altı yedi ay önce, basında yer alan gösterişli ve yersiz… bazı açıklama ve demeçlerle milletvekilliğinden istifa etmişlerdir. Garip bir olaydır.
Gerekçe olarak eklemişlerdi ki, milletvekilliğinden çekilmelerinin sebebi, karanlık odada, yalnız arkadaşları arasında bir millî and mı ne, bir şey varmış. Orada toplanan arkadaşları iş başına getirecekmiş. Efendim, çok merak ettim bu işi ».
Afyonkarahisar Milletvekili Ali Bey, yerinden söze karıştı ve: «Yani generaller hükümeti» dedi. Yunus Nadi Bey: «Çok merak ettim bu işi:» diyerek sözüne devam etti ve dedi ki: «Teşkilât-ı Esasiye Kanunu vardır. Cumhuriyet kurulmuştur. Hükümetin nasıl teşkil edileceği orada yazılıdır.
Bütün bunları idare eden bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Hayır, bunlar yeterli değildir. İstenir ki, Refet Paşa milletvekilliğinden istifa etsin ve gitsin hükümet kursun; yakın arkadaşlar toplansın… Ne kanaattir bu?»
«Efendim, dağ başında mıyız? Demirci Efe’yi alıp gelip de hükümet mi kuracaktı? Meclis yok mudur? Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yok mudur? Bu ne mantıksızca harekettir?»
Refet Paşa, Yunus Nadi Bey’e cevap vermek üzere kürsüye çıktı. Kendisini savunmaya çalışırken, Rauf Bey ile aralarında bir fikir birliği olduğundan, Rauf Bey’in söylediği her şeyin onun hesabına da kaydedilmesi gerekeceğinden söz ettikten sonra: «İki asker milletvekilinin Meclis’e dönmelerini istemişsem, acaba Çin’de olduğu gibi bir cumhuriyeti mi yapmak istemiş olurum?» dedi. Refet Paşa’nın sözlerine, birçok milletvekili oturdukları yerden kısa cevaplar vermeye başladılar. Hemen hemen karşılıklı tartışmaların yapıldığı bir konuşma oldu. Nihayet, kürsü başka bir muhalif konuşmacıya bırakıldı.
Bundan sonra kürsüye çıkan Mahmut Esat Bey (İzmir), «…Günlerden beri sürmekte olan ve sonu bir türlü gelmeyen görüşmelere ne inkılâbın ve ne de milletin tahammülü vardır» dedikten sonra durumun inkılâp adına, inkılâbı ileri götürmek adına hükümeti düşürmek» ten ibaret olmadığını belirtti.
Mahmut Esat Bey, her şeyden önce gidilecek yolların belirtilmesi gerektiğini, o takdirde daha samimî ve daha kesin olarak yürünebileceğini söyledi ve Rauf Bey’in görüşüne temas ederek şöyle bir değerlendirme yaptı:
«Millî hâkimiyet başka bir konudur. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakiyet rejimleri ve istibdat daha başka konulardır. Bunlardan bir kısmı devlet şekilleridir. Diğerleri millet iradesinin kullanılması ve uygulanmasıdır. Bu dört şekil içinde, millî hâkimiyetin çeşitli yollarla uygulandığını görüyoruz. Hattâ bir parça istibdat şeklinde bile vardır.
Meşrutiyette biraz daha fazla, Cumhuriyet’te daha fazla. Bundan dolayı, burada iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir, Millî hâkimiyet Cumhuriyet’in gelişmesinin eseridir, denemez. Çünkü millî hâkimiyet, şekil değildir. Ruh ve öz meselesidir.»
Mahmut Esat Bey, Rauf Bey’in şahsî görüş diye ortaya attığı sözler üzerinde, gerektiği kadar durduktan sonra: «Türk inkılâbı yükseliyor.» «Ancak, bu inkılâbı sür’atle hedefine, milletçe beklenen hedefine ulaştırabilmek için, bir an önce gerçek durumun açıklık kazanması lâzımdır. Türk milleti, ortada, demokrasi adına çekilmiş bir kılıç gibi, bunu beklemektedir» sözleriyle konuşmasına son verdi.
Bundan sonra, Adalet Bakanı Necati ve Milli Eğitim Bakam Vasıf Bey’ler, muhalif konuşmacıların sorularına uzun konuşmalar yaparak cevap verdiler.
RIZA NUR BEY’İN ARNAVUTLARI TÜRKLÜĞE KARŞI AYAKLANDIRMAYA ÇALIŞANLARDAN BİRİ OLDUĞU
Maliye Bakanı, Mustafa Abdülhâlik Bey, konuşmasına başlamadan önce, Rıza Nur Bey’den, zabıttaki sözlerinden bazılarının açıklanmasını istedi Rıza Nur Bey, Yanyalıların Türklüğünü şüpheli gösterecek şekilde sözler söylemişti.
Abdülhâlik Bey, Rıza Nur Bey’in düşüncesindeki yanlışlığı şöyle düzeltti: «Doktor Bey, altı yüz yıl önce, Arnavutluğun bir parçası olan Yanya’ya giden atalarımızın orada bıraktıkları torunlarını başka bir soydanmış gibi göstererek onları itham ediyor. Hem de kim? Maalesef öyle saygıdeğer bir arkadaşım ki, altı yıldan beri mutaassıp bir milliyetçi olmuştur.
Daha önce öyle değildi. Kendisi daha iyi bilirler. Ben, o Yanyalı dedikleri adam. Türklük için silâhla savaşırken kendileri tam tersine, Arnavutları «Türklüğe karşı» ayaklansınlar diye kışkırtmıştır.»
Gerçekten de Rıza Nur Bey’in siyasî hayatında birçok mücadelelere katıldığı biliniyordu. Bu durumu, milliyetçi olarak Millet Meclisi devrinde, ona hizmet ve çalışma alanları gösterilmesine engel sayılmamıştı.
Fakat, Türklerin Rumeli’den çıkarılması gibi, her Türk’ün kalbinde sonsuz ve unutulmaz bir acı yaratan büyük felâket olayında, aşın milliyetçi Rıza Nur Bey’in, Arnavut âsileriyle birlikte Türklere karşı çalıştığını bilmiyorduk. Bu durum anlaşılınca Büyük Millet Meclisi’ni hayret ve dehşet kapladı.
Bundan sonra Maliye Bakanı öteki konular üzerindeki açıklamalarına geçti. Onun arkasından Tarım Bakanı Şükrü Kaya Bey söz aldı. Şükrü Kaya Bey, özellikle Tarım Bakanlığı’nı tenkit eden bir konuşmacıya cevap verdi ve ziraat işlerinin güzel cümleler, güzel sözler ve güzel mantıklarla gizlenecek bir şey olmadığını açıkladıktan sonra: «Bu toprağa yazılan bir eserdir.
Onun sayfaları açık ve herkes tarafından okunmaktadır» dedi ve ilâve etti: «Kalkıp da yüce Meclis’in huzurunda, şöyle yapıldı, böyle yapıldı gibi demagoji yapılabilir mi? Bu ne cür’ettir?»
Ticaret Bakanı Hasan Bey ve Bayındırlık Bakanı rahmetli Süleyman Sırrı Bey’den sonra konuşma sırası Dışişleri Bakanlığı’na ve Başbakanlık’a geldi.
Efendiler, Başbakan İsmet Paşa, gensorunun genel olmasını teklif ettiği günden sonra, görüşmelere katılamayacak kadar, hastalanmış, yatıyordu. Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa, İsmet Paşa adına kürsüye çıkarak gereken açıklamaları yaptı.
Artık gensoru görüşmelerine son verme zamanı gelmişti. Görüşme yeterliği kabul edildikten sonra, Feridun Fikri Bey’in «Meclis soruşturması» önergesi reddedildi.