Büyük Nutuk » Bölüm: 19.5
Büyük Nutuk » Bölüm: 19.5 19 oya karşı 148 oyla İsmet Paşa Hükümeti güvenoyu aldı. Bir kişi de çekimser kalmıştı. Efendiler, Meclis’te yenilmiş olanların gazeteci arkadaşları, bu sonucu elbette hiç beğenmediler. Daha küskün ve inatçı bir şekilde hücumlara geçtiler. 9 Kasım tarihli Vatan gazetesinin başmakalesi: «Bugünkü idare şekli, adına göre, millî hâkimiyetin en yüksek şekli olmuştur. Fakat, hükûmetçilerin zihniyeti biraz […] TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI
19 oya karşı 148 oyla İsmet Paşa Hükümeti güvenoyu aldı. Bir kişi de çekimser kalmıştı. Efendiler, Meclis’te yenilmiş olanların gazeteci arkadaşları, bu sonucu elbette hiç beğenmediler. Daha küskün ve inatçı bir şekilde hücumlara geçtiler.
9 Kasım tarihli Vatan gazetesinin başmakalesi:
«Bugünkü idare şekli, adına göre, millî hâkimiyetin en yüksek şekli olmuştur. Fakat, hükûmetçilerin zihniyeti biraz kazılsa, hemen hiç değişmemiş olduğu görülür» ve: «Bugün gerici kelimesi yeniden sık sık kullanılır olmuştur» şeklinde tenkitlerle doludur.
10 Kasım tarihli Vatan’ın «Meydan Muharebesi’nin Neticesi» başlıklı başmakalesinde Timurlenk’in fil hikâyesi tekrarlandıktan sonra, Hükûmet’i düşürmeye çalışanların iyi hareket edemediklerinden yakınan şu düşünceler yer alıyordu: «Ankara’da ilk gensoru görüşmeleri başladığı zaman, ortada tenkitçi, azimli bir çoğunluk vardı.»
«Tenkitçiler bu durumu idare edemediler. Teşkilâtsız kimseler olarak teker teker tenkitlerde bulundular». «Teker teker yapılan tenkitler bile, sağlam ölçülerle yürütülemedi. Gensoru genelleşince, tatil zamanındaki not defterlerini açan olmadı. En keskin tenkitçiler bile, dillerinin altındakini söylemekten çekindiler.»
Makale sahibi, duruma, politikacılık açısından bakarak, diyor ki: «Hükûmetçilerin mükemmel bir ayarlama ile ve başından sonuna kadar iyi düşünülmüş bir plânla hareket ettikleri görülür.»
Burada, insanın makale sahibine şöyle bir soru soracağı geliyor:
Milletin kaderinin sorumluluğunu ellerine aldırmak istediğiniz kimseler, aylarca ve aylarca hazırlandıktan ve İstanbul’daki arkadaşlarıyla da uzun boylu görüştükten sonra, sizin de belirttiğiniz gibi, dillerinin altındakini söylemekten çekinecek kadar kendilerine güvenemezlerse, topu topu on dokuz buçuk kişinin Meclis’teki hareketini birleştiremeyecek kadar güçsüz olurlarsa, bu kimselerin devletin başına geçmeye lâyık oldukları düşünülebilir mi?
Efendiler, Tanin’in «Mirsad-ı İbret» (İbret Aynası) sütunundan da birkaç cümle okuyacağım. Bu sütunu dolduran yazar, bütün memlekete Meclis’in genel görüşünü seyrettiriyor ve ona: «Eyvah! Bu da ötekiler gibi çıktı» dedirtiyor.
Pusuya yatan bu yazar, kulağına şu sözlerin fısıldandığını da işitiyor: «… Eski yıkıntılarla yapılan bir binadan ne umarsın ki!…»
Acaba, bu yazıları yazmış olan kimse, o gün gerçekten böyle mi duygulanmıştı? Yoksa, bu anlamsız sözleri, milleti bize karşı kışkırtmak için bile bile mi yazıyordu? İster öyle, ister böyle olsun, her ikisi de doğru değildi. Bu türlü yazarlar Cumhuriyet’e kötülük etmişlerdir.
Efendiler, Tevhid-i Efkâr’ın da «Faydasız ye kıymetsiz bir Zafer» diye yazdığı yararsız ve değersiz yazıları devam ediyordu.
TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI VE EN HAİN KAFALARIN ESERİ OLAN PROGRAMI
Saygıdeğer Efendiler, «komplo» konusunu açıklarken ve komplonun Meclis içindeki safhasını anlatırken, önemsiz gibi sayılabilecek bazı ayrıntılar üzerinde durdum. Bunda beni haklı bulacağınızı umarım.
Hatıra gelir ki, her hükümet, her zaman bu gensoru önergesi ile sorguya çekilebilir. Bir gensoruya bu kadar önem vermek doğru mudur? Arz etmeliyim ki, söz konusu olan gensoru normal bir gensoru değildi. Hazırlanan komplonun özel bir safhasıydı. Bu gensoru sahnesinden sonradır ki, muhalifler, maskelerini atmaya mecbur edildiler.
Bilindiği üzere «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası» (İlerici Cumhuriyet Partisi) diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli eller tarafından çizilen programını da ortaya attılar.
«Cumhuriyet» kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye «Cumhuriyet» ve hem de «Terakkiperver Cumhuriyet» adını vermiş olmaları, nasıl ciddîye alınabilir ve ne dereceye kadar samimî sayılabilir.
Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları bu parti «Muhafazakâr» adı altında ortaya çıkmış olsaydı, belki bir anlamı olurdu. Fakat bizden daha çok cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları elbette doğru değildi.
«Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır» ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyiniyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi?
Türk milleti, yüz yıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi:
Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, din! bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: «Biz Hilâfet’i yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir;
medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi Hilâfet’i kaldırdı. İslâmiyet’e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecektir» diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı slogan bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?
Efendiler, bu slogana bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce (10 Mart 1923 tarihinde) idam edilmiş olan Cebranlı Kürt Halit Bey’e yazdığı mektuptaki şu cümlelere bakınız: «İslâm dünyasının ebedîliğini sağlayan ilkelere saldırıyorlar.» «Bu konudaki açıklamalarınızı arkadaşlara da okudum. Hepsinin gayretlerini artırdı.»
«Batıyı örnek almak, tarihimizi, medeniyetimizi, kaybetmeyi» zarurî kılar. «…Hilâfet’i yıkmak, lâik bir idare kurmayı düşünmek, hep İslâmlığın geleceğini tehlikeye sokacak sebepleri yaratmaktan başka bir sonuç veremez.»
Efendiler, olaylar ve olup bitenler ortaya koydu ve ispat etti ki, «Terakkiperver ve Cumhuriyet Fırkası»nın programı en hain kafaların eseridir. Bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, yeni Türk Devleti’ni körpe Türk Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedef alan plânlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı.
Tarih, (gizli maksatlarla hazırlanmış, genel ve gerici nitelikteki) Doğu isyanının sebeplerini inceleyip araştırdığı zaman, onun önemli ve belirli sebepleri arasında «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası»nın dinî konularda verdiği sözleri, doğuya gönderdiği sorumlu sekreterinin kurduğu örgütü ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.
Hatıra defterini «fazladan ve gece kılınan namazlar (Nafile ve teheccüt namazları)»ın sevabını anlatan hadislerle dolduran bu sorumlu sekreter, doğu illerimizde dinî kışkırtmalarda bulunurken, partisinin programını uygulamıyor muydu? Mâsum halka, beş vakit namazdan başka, geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve nasihat eden, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?
Efendiler, yaptığımız inkılâbın genişliği ve büyüklüğü karşısında, eski hurafelerin ve müesseselerin birer birer yıkılışını gören bağnaz ve gerici unsurlar, «dinî düşünce ve inançlara saygılı» olduğunu ilân eden bir partiye ve özellikle bu partinin içinde isimleri ün yapmış kimselere dört elle sarılmazlar mı? Yeni parti kuran kimseler bu gerçeği kavramış değiller midir?
O halde, ellerine aldıkları din bayrağı ile, millet ve memleketi nereye götürmek istiyorlardı? Böyle bir soruya verilmesi gereken cevapta iyi niyet, gaflet, kayıtsızlık gibi sözler, memleketi ileriye götüreceğim diye ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri için mazeret sayılamaz!
Efendiler, yeni parti kendine ad olarak seçtiği «Terakki» ve «Cumhuriyet» kelimelerinin tam tersi olan anlamlarla gelişmiştir. Bu partinin liderleri, gericilere gerçekten ümit ve kuvvet vermiştir.
Buna örnek olarak arz edeyim: Ergani’de, âsîlerin valiliğini kabul eden ve sonra asılmış olan Kadri, Şeyh Said’e yazdığı bir mektupta: «Millet Meclisi’nde, Kâzım Karabekir Paşa’nın partisi, şeriat hükümlerine saygılı ve dindardır.
Bize yardımcı olacaklarına şüphe etmem. Hattâ, Şeyh Eyüp’ün (Asi liderlerindendir, idam edilmiştir) yanında bulunan sorumlu sekreterleri, partinin tüzüğünü getirmiştir…» diyor. Şeyh Eyüp de yargılanması sırasında: «Dini kurtaracak tek partinin, Kâzım Karabekir Paşa’nın kurduğu parti olup, şeriat hükümlerine uyulacağının, parti tüzüğünde ilân edildiğini» söylemiştir.
Efendiler, «Terakkiperver» ve «Cumhuriyet» kelimelerini kullanarak, bize ve milletin aydınlarına karşı din bayrağını gizlemeye çalışanların, memlekette genel bir gericilik ve ayaklanmaya yol açmak için içeride ve dışarıda türlü düzen ve kışkırtmalarla uğraşanların varlığından habersiz oldukları düşünülebilir mi?
Yeni partiye girenlerin bütün üyeleri söz konusu olmasa bile, dinî vaatleri başarıya ulaşmanın en etkili unsurları sayan ve bununla ilgili sloganı tüzüklerine de koymuş olan kimselerin, şahıslarımıza ve memlekete karşı yöneltilmiş olan suikastlerden habersiz oldukları kabul edilemez!
Diyelim ki, bunların isyanın patlak vermesinden aylarca önce, memleketin şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan, Cemiyet-i Hafiye-i İslâmiye» (Gizli İslâm Derneği) teşkilâtından, İstanbul’da Nakşibendi şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım için söz verildiğinden ve nihayet millî sınırlarımızın dışında bulunup da Doğu isyanını kışkırtanların bildirilerinde (Halep’te bastırılarak, Doğu illerimizde dağıtılan Şakir Paşazade’lerin bildirisi), Kâzım Karabekir Paşa’nın partisinden ümitle söz edildiğinden haberleri olmadığını düşünelim.
Ancak, Bunların, Fethi Bey Hükümeti zamanında, doğrudan doğruya Fethi Bey vasıtasıyla kendilerine, partilerinin zararlı, isyan ve gericiliği kışkırtıcı bir durum ve nitelikte olduğu bildirildiği zaman olsun, gerçeği görüp anlamaları gerekmez miydi?
Hükümetin ve benim tertemiz düşüncelerle yaptığımız bu uyarmalardan sonra olsun, gerçeği kavrayıp ona uymaları beklenirdi. Onlar tam tersine, bu defa da «dinî düşünce ve inançlara saygılıyız» sloganını büsbütün zıt bir anlamda yorumlamaya kalkıştılar.
Sözde, bu sloganla, her dinin ve her dinden olanların düşünce ve inançlarına saygılı olduklarını belirtmek… geniş ölçüde hürriyetçi olduklarını anlatmak istiyorlarmış…
Efendiler, böyle bir tutuma dürüst ve samimidir denemez!
Politika dünyasında birçok oyunlar görülür. Fakat, kutsal bir ülkünün kendini ortaya koyduğu Cumhuriyet rejimine, çağdaş yenileşmeye karşı, cahillik, bağnazlık ve her türlü düşmanlık ayağa kalktığı zaman, özellikle yenilikçi ve cumhuriyetçi olanların yeri, gerçekten yenilikçi ve cumhuriyetçi olanların yanıdır.
Yoksa gericilerin ümit ve faaliyet kaynağı olan saf değil…
Ne oldu Efendiler? Hükümet ve Meclis olağanüstü tedbirler almayı gerekli gördü. Takrir-i Sükûn Kanunu’nu (Huzur ve Güvenliği Sağlama Kanunu) çıkardı. İstiklâl Mahkemeleri’ni kurdu. Ordunun savaşa hazır sekiz dokuz tümenini, uzun zaman isyanı bastırmak üzere görevlendirdi. «Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası» denilen zararlı siyasî kuruluşu kapattı.
CUMHURİYET DÜŞMANLARININ SON ALÇAKÇA TEŞEBBÜSLERİ
Bütün bu yapılanlar, elbette Cumhuriyet’in başarısı ile sonuçlandı. Âsîler yok edildi.
Fakat Cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bütün safhaları ile son bulduğunu kabul etmediler. Alçakçasına son bir teşebbüse giriştiler. Bu teşebbüsler İzmir suikastı olarak kendini gösterdi.
Cumhuriyet mahkemelerinin ezici pençesi, bu defa da Cumhuriyet’i suikastçıların elinden kurtarmayı başardı.
MEMLEKETTE HUZUR VE GÜVENLİĞİ SAĞLAMAK İÇİN UYGULANAN OLAĞANÜSTÜ TEDBİRLERİN İYİ SONUÇLARI
Saygıdeğer Efendiler, durumun ciddîleşmesi üzerine, hükümetçe olağanüstü tedbirler alınması gerektiği yolundaki görüşümüzü ilk defa ortaya koyduğumuz zaman, bunu iyi karşılamayanlar vardı. Takrîr-i Sükûn Kanunu’nu ve İstiklâl Mahkemeleri’ni bir baskı vasıtası olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi benimsetmeye çalışanlar oldu.
Şüphe yok ki, zaman ve olaylar, bu nefret verici düşünceyi aşılamaya çalışanları, elbette utanılacak bir duruma düşürmüştür.
Biz, alınan fakat kanunî olan bu olağanüstü tedbirleri, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkmak için bir vasıta olarak kullanmadık.
Aksine, memlekette huzur ve güvenliği sağlamak için uyguladık. Biz o tedbirleri, milletin medenî ve sosyal alandaki gelişmesinde yararlı kıldık.
Efendiler, aldığımız olağanüstü tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmadığı görüldükçe, onların uygulamadan kaldırılmasında tereddüt edilmemiştir. Nitekim, İstiklâl Mahkemeleri, zamanında kaldırıldığı gibi, Takrîr-i Sükûn Kanunu da yürürlük süresinin sonunda, yeniden Büyük Millet Meclisi’nin incelemesine sunuldu
Meclis, Kanunun bir süre daha yürürlükte kalmasını gerekli bulmuşsa, elbette, bu milletin ve Cumhuriyet’in yüksek yararları içindir. Yüce Meclis’in elimize istibdat vasıtası verme gayesi güderek böyle bir karar aldığı düşünülebilir mi?
Efendiler, Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte ve İstiklâl Mahkemeleri’nin faaliyette bulunduğu süre içinde yapılan işleri gözönüne getirecek olursanız, Meclis’in ve milletin güven ve itimadının tamamen yerinde kullanılmış olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Memlekette çıkarılan büyük isyan ve hazırlanan suikast tertipleri bastırılarak sağlanan güvenlik ve huzur, elbette bütün milletçe memnunlukla karşılanmıştır.
Efendiler, milletimizin başına giymekte olduğu, cahillik, gaflet, taassup, yenilik ve medeniyet düşmanlığının belirgin işareti gibi görünen fesi atarak, onun yerine bütün medenî dünyaca başlık olarak kullanılan şapkayı giymek ve böylece, Türk milletinin medenî toplumlardan zihniyet bakımından da hiçbir ayrılığı bulunmadığım göstermek kaçınılmaz oluyordu. Bunu, Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlükte iken yaptık. Bu kanun yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık.
Fakat, bu uygulamada, kanunun yürürlükte oluşu da kolaylık sağlamış oldu denirse, bu, çok doğrudur. Gerçekten de Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olması, bazı gericilerin, milleti geniş ölçüde zehirlemesine meydan vermemiştir.
Gerçi, bir Bursa Milletvekili, yasama görevi boyunca, hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman Meclis’te milletin ve Cumhuriyet’in çıkarlarını savunmak için ağzına bir tek kelime bile almamış olan Bursa Milletvekili Nurettin Paşa, yalnız şapka giyilmesinin aleyhine uzun bir önerge vermiş ve bunu savunmak için kürsüye çıkmıştır.
Şapka giydirilmesinin «temel haklara, millî hâkimiyete ve kişi dokunulmazlığına aykırı bir işlem» olduğunu iddia etmiş ve bunun «halka uygulanmamasını sağlamaya» çalışmıştır. Ancak, Nurettin Paşa’nın, millet kürsüsünden alevlendirmeyi başarabildiği taassup ve gericilik duyguları sonunda birkaç yerde, o da yalnız, birkaç gericinin, İstiklâl Mahkemeleri’nde hesap vermeleriyle söndü.
Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık v.b. birtakım ünvanların kaldırılması ve yasaklanması da Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlükte iken yapılmıştır. Bu konularla ilgili yürütme ve uygulamaların, toplumumuzun, hurafelere inanan, ilkel bir kavim olmadığını göstermek bakımından ne kadar gerekli olduğu takdir olunur.
Birtakım şeyhlerin, dedelerini seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?
Milletimizin kendine has niteliğini yanlış şekilde gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türkiye Devleti’nde Türkiye Cumhuriyeti’nde devam ettirilmeli miydi?
Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına pek büyük ve düzeltilmesi imkânsız bir yanılma olmaz mıydı? İşte biz, Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olmasından yararlandık ise, bu tarihî hatâyı bir daha işlememek için, milletimizin alnını olduğu gibi açık ve ak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve ortaçağ zihniyetinde olmadığını ispat etmek için yararlandık.
Efendiler, milletimizin sosyal, ekonomik, kısacası bütün medenî iş ve ilişkilerinde feyizli sonuçlar veren yeni kanunlarımız da, kadın hak ve hürriyetlerini sağlayan ve aile hayatını sağlamlaştıran Medenî Kanun da bu sözünü ettiğimiz devrede çıkarılmıştır.
Görülüyor ki, biz her vasıtadan yalnız ve ancak bir tek temel görüşe dayanarak yararlanırız. O görüş şudur: Türk milletini medeni dünyada, lâyık olduğu mevkie yükseltmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha çok güçlendirmek… ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek…