Alevilere Atılan “MUM SÖNDÜ” İftirasının Tarihsel Kökenleri Üzerine

Alevilere Atılan “MUM SÖNDÜ” İftirasının Tarihsel Kökenleri Üzerine “Hâşâ tekrar bir kere daha hâşâ ki böyle bir şey (mum söndürme) yoktur. Bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri karış karış gezdim, dolaştım, fakat öyle bir şey gör­medim. … Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir.” Evliyâ Çelebi (öl.1658) Giriş Hoca Ahmed Yesevî’nin […] TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI

Alevilere Atılan “MUM SÖNDÜ” İftirasının Tarihsel Kökenleri Üzerine

Alevilere Atılan “MUM SÖNDÜ” İftirasının Tarihsel Kökenleri Üzerine

Doç. Dr. Doğan KAPLAN

“Hâşâ tekrar bir kere daha hâşâ ki böyle bir şey (mum söndürme) yoktur. Bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri karış karış gezdim, dolaştım, fakat öyle bir şey gör­medim. … Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir.”

Evliyâ Çelebi (öl.1658)

Giriş

Hoca Ahmed Yesevî’nin şöhret dâiresi genişleyerek müridleri binlerle sayılacak derecede çoğalınca tabiatiyle, muhalifleri, rakibleri de çoğalmıştı; hattâ bu münâfıklar nihayet ağır bir iftiraya da cür’et etdiler: Gûyâ Hoca’nın meclisine örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şerîat hükümle­rini muhâfazaya şiddetle riâyet eden Horasan ve Mâveraünnehir âlimleri, bilhassa müfettiş göndererek bu şâyianın doğru olup olmadığını tahkik ettiler. Tahkikat neticesinde bunun sırf bir iftiradan ibâret olduğu anlaşıldı; lâkin Hoca Ahmed Yesevî, onlara artık bir ders vermek istedi: Bir gün müridleri ile birlikte bir mecliste otururken, mühürlü bir hokka getirtip ortaya koydu. Bütün cemâata hitâbederek dedi ki: ‘Sağ kolunu, bülûg gününden bu âna kadar avrat uzuvlarına hiç değdir­memiş evliyâdan kim vardır?’ Hiç kimse cevab veremedi. Derken, Şeyh’in müri­dinden Celal Ata ortaya geldi. Hoca Ahmed Yesevî, hokkayı onun eline vererek, o vâsıtayla, müfettişlerle birlikte Mâverâünnehir ve Horasan memleketlerine gön­derdi. Oralarda bütün âlimler birleşerek hokkayı açtılar. İçindeki pamukla ateş hiç biribirine te’sir etmemişti, ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüştü. O vakit, Hoca’dan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler, onun kendilerine ver­mek istediği dersin mânasını bütün açıklığı ile anladılar. Eğer, erkek kadın bir ehl-i hak meclisinde birleşerek beraber zikr ve ibâdete devam etseler bile, Hak Teâlâ, onların kalblerindeki her türlü kin ve düşmanlığı yok etmeğe muktedirdi. Bunun üzerine hepsi fevkalâde utanıp korktular ve hediyeler, adaklarla kabahatlarını afvettirmeğe çalıştılar (Köprülü 1984: 33-34).[1]

Toplumumuzun önemli bir kesitini oluşturan Alevilerle ilgili bilgilerimizin daha ziyade önyargılarla bezeli kulaktan söylentilere dayalı olduğu hususu inkâr edile­meyecek bir realitedir. “Alevilerin cem ayinlerinde mum söndü yaptıkları” ya da kısaca “mum söndü” iftirası bu önyargının en açık örneğini teşkil eder.

Zina yapmayı çirkin gören ve bunu yapanları “düşkün” olarak ilan edip toplumdan tecrit eden Alevilik nasıl oluyor da “mum söndü yapmakla”, “ana bacı tanımamak­la” itham edilebiliyor?! Politik gerekçelerle Cumhuriyet’e kadar “kapalı toplum” hâlinde yaşayan, içlerine kendilerinden olmayanları almayan bir inanışla ilgili ola­rak nasıl oluyor da insanlar kendilerinden bu kadar emin bir şekilde onların mum söndü yaptıklarını söyleyebiliyor?!

“Mum söndü” iddiasının bir iftira olduğunu peşinen kabul eden bu makalenin amacı, erken dönem İslam Mezhepleri Tarihi metinlerinde bu tür suçlamalara ma­ruz kalan inançların izini sürerek bu orgia iddiasının kronolojisini çıkarmak[2] ve 16. yüzyıl ve sonrasında Aleviliğin (ya da otantik ismiyle Kızılbaşlığın)[3] bu ithama maruz kalmasının sebepleri üzerinde durmaktır.

1. Erken Dönem İslam Mezhepleri Tarihi Metinlerinde “Mum Sön­dürme” İthamına Maruz Kalanlar

Erken dönem İslami kaynaklara bakıldığında ‘mum söndü’ benzeri ithamlara ma­ruz kalan fırka isimleri olarak karşımıza; Mazdekilik, Hurremdinilik, Babekilik, Deysanilik ve Karmatilik çıkar.

On birinci yüzyılda yaşamış Abdulkahir el-Bağdadî (öl. 429/1037), El-Fark Beyne’l-Fırak (Fırkalar arasındaki Farklar) adlı eserinde “Ashâbu’l-İbâha” (her şeyi mübah görenler) başlığı altında Mazdekilik ve Hurremdinilik’ten bahsederek bunlardan İslam öncesi ortaya çıkan Mazdekiliğin kadını insanların ortak malı olarak gördüklerini (Bağdadî 1993: 266), İslam’dan sonra ortaya çıkan Hurremdiniliğin bir kolu olan Babekilikte ise kendilerine özgü bir bayram gecesinde ka­dın ve erkeklerin eğlenceden sonra cinsel ilişkide bulunduklarını söyler (Bağdadî 1993: 269).

Bağdadi’nin (1993: 269) Babekiler ile ilgili ifadeleri aynen şöyledir:

Babekilerin dağlarında kutladıkları bir bayram gecesi vardır. O gecede kadın erkek bir araya gelirler, içki içip çalgı çalarak eğlenirler; lambalar ve yanan odunlar söndüğünde erkekler ve kadınlar kim kiminle denk gelirse birbirleriyle cinsel ilişkiye girerler.

Bağdadî, İslam’dan sonra ortaya çıkan bir fırka olan Hurremdiniliğin bir diğer adının Muhammera (Kızıllar) olduğunu söyleyerek bu fırkanın Babekilik ve Mâziyârilik adıyla iki kola ayrıldığını söylemiştir (Bağdadî 1993: 266).

Bir diğer makâlât yazarı Muhammed b. Abdulkerim Şehrestanî (öl. 548/1153), alanın en muteber kitabı El-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde öğretisi savaşmamak ve çatışmamak üzeri­ne kurulu olan Mazdek’in insanlar arasındaki savaşların ve kavgaların çoğunlukla kadın ve mal yüzünden olması sebebiyle kadını ve malı insanların ortak malı ilan ederek helal kıldı­ğını söyler (Şehrestanî 1998: 295). Esasen Mazdekiliği, İslam dışı fırkalar arasında ele alan Şehrestanî, Şia Batıniliği ve Gulatını (aşırıya gidenler) işlerken Batinilerin; Irak’da ‘Bâtıniler’, ‘Karmatiler (Karamita)’ ve ‘Mazdekiler’ olarak isimlendirildiklerini söyler (Şehrestanî 1998: 229). Şehrestanî, İslami fırkalar içerisinde ortaya çıkan aşırı fırkaların yöresel adlan­dırmalara dayalı çeşitli isimlerinin olduğunu söyler. Şehrestani’nin bu meyanda zikrettiği isimler; Mazdekilik, Hurremilik, Muhammera, Mübeyyiza, Kuzilik’tir (Şehrestanî 1998: 176, 204, 206, 229).

1.1. İslam Öncesi Fırkalar: Mazdekilik ve Deysanilik

Köken olarak Maniheizm’den esinlenen Mazdekizm, Nişaburlu Mazdek (öl. 528?/1134)’in nur ve zulmet (ışık ve karanlık) adıyla iyilik ve kötülük tanrısı anlayışına dayanan ve insanların kadında ve malda ortak olduklarını savunan bir inanç biçimidir. Esasen Mazdek, insanların eşit olarak doğduklarını tam da bu ne­denle eşit şekilde yaşamaları gerektiğini savunduğundan ilk komüncülerden biri kabul edilebilir. Adâletiyle meşhur olmuş Sasani hükümdarı Anuşrevan’ın (öl. 579/1184) babası I. Kubaz’ın (öl. 531/1137) bir ara bu inanca girdiği ancak daha sonra bu dinden çıkarak tüm Mazdekileri katlettiği bilinmektedir (Hamed 1998: 187-188; Ebu’l-Meâlî 1375: 32).

Mazdekiliğin belli başlı görüşleri şunlardır: Biri iyilik, biri de kötülük olmak üze­re iki tanrı vardır; bunlardan iyilik tanrısı hür bir irade ve bir plan program çer­çevesinde hareket etmekteyken kötülük tanrısı kör bir şekilde rastgele davranır. Savaşmak, çatışmak, kin gütmek yoktur; savaşlar genelde kadın ve mal sebebiyle olduğundan bunlar su ve ot gibi herkesin ortak malıdır. Zahidane yaşam esas olup hayvan boğazlamak yasaktır (Hamed 1998: 188).

Deysanilik de Mazdekilik gibi ışık/iyilik ve karanlık/kötülük dualist anlayışına mensup Mecusilikle irtibatlandırılan bir fırkadır. İbn Deysan’a nispetle bu isimle anılan bu fırkanın temel görüşleri şunlardır: Nur, iyilikleri bilinçli ve iradeli yapar; karanlık ise kötülükleri tabiatı icabı ve iradeli olarak yapar. Nikâh yoktur, acı verici olduğu içi hayvan kesmek yasaktır (Hamed 1998: 97).

1.2. İslami Dönem Fırkaları: Hurremilik-Babekilik ve Karmatilik

Abbasiler döneminde halife Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde Azerbaycan’da ortaya çıkıp 20 yıl süreyle Abbasileri uğraştıran Babek’e (öl. 224/838) nispet edi­len ve zinayı helal saymaları sebebiyle Mazdekilerin ardılları olarak kabul gören fır­kadır. Abbasiler tarafından 255 bin kişinin toplamda ise yarım milyon insanın ölü­müne sebep olan Babek’in isyanını Türk komutan Afşin (öl. 226/841) bastırmıştır (Hamed 1998: 89-90)[4] Babek’in isyanının bastırılması üzerine halife Mu’tasım, Müslüman hükümdarlara isyanın bastırıldığını müjdeleyen zafernâmeler göndermiştir (Yıldız 1991: 377).

Babekilik, İslami kaynaklarda Hürremilik veya Hürremdinilik adıyla da geçer. Bu­radaki ‘Hürrem’ kelimesi ya İran’da bu isimle yer alan şehir isimlerine ya da Farsçadaki “lezzet ve mutluluk” anlamına gelen “Hürrem” kelimesine dayanmaktadır (Hamed 1998: 89-90; Muhammedoğlu 1998: 500).

Karmatilik, İsmaili propagandacısı (dai) Hamdan Karmat’a nispet edilen, insanlar arasında adalet ve eşitliği savunan Şii-İsmaili bir fırkadır. Abbasiler döneminde bir­çok isyanları bastırılan bu fırka, Mısır’da Fatımi Devleti kurulmadan önce Ahsa’da bir devlet kurmuştur. Kadınların ve mülkiyetin ortak olduğu fikri temel düşüncelerindendir (Hamed 1998: 160-162).

On birinci yüzyıla ait Beyânu’l-Edyân der-Şerh-i Edyân ve Mezâhib-i Câhilî ve İs­lâmî adlı Farsça yazılmış “Dinler ve Mezhepler” tarihi kitabında yazar Ebu’l-Meâlî Muhammed b. Ubeydullah el-Hüseynî, “Karamita ve Zenâdika Mezhepleri” başlığı altında bunların her devirde var olan Tanrı-tanımazlardan olduğunu ve rahat yaşa­mayı esas aldıklarını söyler. Bu gruplardan biri olarak Hürremdinileri ve İbahileri de sayarak bunlardan sonuncuların hepsinden daha hamiyetsiz olduklarını ve eşle­rini başkalarından sakınmadıklarını söyler (Ebu’l-Meâlî 1375: 37).

Erken dönem mezhepler tarihi kaynaklarına dayalı olarak “mum söndürme” itha­mına maruz kalan fırkalardan bahsederek adı geçen fırkalarla Kızılbaşlık/Alevilik arasında bir paralellik kurma niyetinde değiliz. Esasen böyle bir yaklaşımın doğru ve bilimsel bir yaklaşım olmadığını düşünüyoruz.[5] Burada bizim bu fırkaları zikret­memizin temel sebebi özellikle Babekilerden dolayı Müslümanların tarihsel hafıza­sının bu tür ithamlarla ilgili canlı olduğunu göstererek bu hafızanın egemen siyasi görüş tarafından diğerlerini ötekileştirip sindirmede kolaylıkla canlandırılabileceğini ortaya koymaktır.[6]

2. Osmanlı Toplumunda “Mum Söndürme” İthamına Maruz Kalan Kızılbaşlar

Kızılbaşlık/Alevilik söz konusu olunca bu “sindirip ötekileştirme” kendini açık bir şekilde göstermektedir. Zira 16. yüzyılda yaşanan Osmanlı-Safevi siyasi çekişme­sinde kurucu unsuru oldukları Safevi Devleti’nin yanında yer alan Kızılbaşlarla ilgili “ötekileştirme” faaliyetleri kendini hem siyasi hem de dinî alanda açıkça gös­termektedir. Osmanlı resmî vesikalarında Kızılbaşlarla ilgili kullanılan “Kızılbaş-ı bed-kişi (kötü Kızılbaş), Kızılbaş-ı evbaş (aşağılık Kızılbaş), Kızılbaş-ı bed-maaş (kötü yaşayışlı Kızılbaş), Kızılbaş-ı bî-din (dinsiz Kızılbaş), Kızılbaş-ı hannâs (if­rit Kızılbaş), Kızılbaş-ı mütezelzilu’l-akdâm (ayakları kaymış Kızılbaş), Kızılbaş-ı rû-siyâhi (karayüzlü Kızılbaş), Kızılbaş-ı şum (uğursuz Kızılbaş), leşker-i şeyâtin-i bî-şumar (sayısız şeytanların askeri/ordusu), şâh-ı gümrah (doğru yoldan sapmış şah)” gibi sıfatlar dışlayıcılığın siyasi yönünü göstermektedir (Bilgili 2003: 35; Kaplan 2012: 33-35). Yine aynı dönemde Kızılbaşlarla savaşmanın meşruiyeti ve onların “sapkın” inançlarıyla ilgili yazılan Risâle fî tekfîr-i Kızılbaş, Risâle fî hakkı Kızılbaş, Fetvâ fî kıtâli Kızılbaş, Elsine-i Nâsda Kızılbaş Demekle Ma’rûf Tâifenin Hezeyânları isimli onlarca yazma eser de “ötekileştirmenin” dinî yönünü göster­mektedir (Kaplan 2012: 35-38).

Konumuz sadedinde devam edecek olursak, anılan yüzyıla ait Mühimme defterle­rinde Kızılbaşların “mum söndü” ithamına maruz kaldıkları takip edilmektedir. Ör­neğin “Amasya, Çorum, Zile, Turhal, İskilip, Osmancık, Artukâbâd, Hüseyinâbâd, Gümüş, Ortapâre, Eynebazarı, Mecidözü, Kazâbâd, Katar, Karahisar-ı Demürlü ve Koca isimli yerleşim birimlerinde bulunan bazı Mülhid ve Kızılbaşların, geceleri avretleri ve kızlarıyla birlikte toplanıp birbirlerinin ‘avretlerin ve kızların tasarruf’ ettikleri; Kastamonu beyine, Küre ve Taşköprü kadılarına gönderilen 31 Temmuz 1571 tarihli hükümde, Kastamonu’da Taşköprü Kazası’na tâbi Hacıyülük Karyesi’nden Kara Recep’in Kızılbaş olduğu ve kendi emsâli Kızılbaşlar ile toplanıp ge­celeyin bir tenha eve girip saz, çalgı ve diğer “âlât-ı hevâ” ile eğlendikleri ve sonra mumları söndürüp birbirinin avretini tasarruf ettikleri” Mühimme kayıtlarında bu­lunmaktadır (Savaş 2002: 49, 54).

2.1. “Mum Söndü” İthamının Kaynağı

Kızılbaşlarla ilgili olarak dile getirilen bu ithamın dayanağının Cem âyinleri oldu­ğu görülmektedir. Zira bilindiği üzere Alevilerin ibadet niyetiyle yürüttükleri Cem âyinleri kadın-erkek birlikte yapılmaktadır. Tarihsel olarak Safevileri destekleyen ve sırf bu yüzden Safeviliğin “başı İran’da gövdesi Anadolu’da” bir devlet olarak ta­nımlanmasına vesile olan Kızılbaşlar/Aleviler, Çaldıran Savaşı’ndan (1514) sonra -arka çıktıkları Safevi Devleti’nin yenilmesi nedeniyle- Osmanlı toplumunda mu­halif olarak görülerek kuş uçmaz kervan göçmez yerlerde varlıklarını “kapalı top­lum” hâlinde sürdürmek zorunda bırakılmışlardır.

Kapalı toplum hâlinde yaşayıp âyinlerine kendilerinden olmayanları (nâ-ehil/hârici) almadıkları için Cem âyini için toplanılan köy odası vb. yerlere kadın erkek gi­rilip ibadet edilmesi Evliyâ Çelebi’nin ifadesiyle “dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yerici” olan (Dankoff 2009: 702) kimi insanların böyle bir iftirayı ortaya atmasına neden olmuştur. Tabii meselenin Osmanlı-Safevi çekişmesine dayanan siyasi boyutu, bu önyargıya dayalı iftiranın yaygınlaş(tırıl)masına sebep olmuştur.

17. yüzyıl devlet adamı Kâtip Çelebi (öl. 1657), Osmanlı Devleti’nin sufilerden özellikle de Safevi Şahlarından çok çektiği için müridlerinin çoğalmaması ve bir araya gelmemeleri için şiddete ve kaba kuvvete başvurduğunu söyler. Bu nedenle Osmanlı’da verilen fetvaların aslı onun ifadesiyle “taraf-ı Saltanat-ı Aliyye cânibini himâye içündür (Katip Çelebi 1306: 28)”, yani devletin âli menfaatleri neyi gerek­tiriyorsa fetvalar o doğrultuda verilmiştir. Bu da bize yazma kütüphanelerimizde Kızılbaşların inanç ve itikatlarıyla ilgili bulunan onlarca eserin varlık sebebini açık­lamaktadır.

2.2. Cem Âyinlerinde “Söndürülen” Mum

Cem âyinlerinde, on iki imamı temsilen on iki hizmet yürütülür. Bu hizmetlerden biri de “Çerağ Uyandırma”dır. “Delil Uyandırma” olarak da isimlendirilen bu ritüelde Yaratıcı olarak Allah’ı, Şâh-ı Risâlet olarak Hz. Muhammed’i ve Şâh-ı Velâyet olarak da Hz. Ali’yi temsilen üç mum yakılır. Mum yakılmadan önce Nûr sûresi 35 ve 36. ayetler okunur. İlgili âyetlerin meâli şöyledir:

“Allah göklerin ve yerin nûrudur (ışık verenidir). O’nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam (billur) içindedir, cam inci gibi parlayan bir yıldıza benzer; (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Al­lah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir” (Nûr, 24/35). “Allah’ın yapılmasına ve içinde isminin anılmasına izin verdiği ev­lerde, akşam sabah Allah’ı tenzih ederek anarlar” (Nûr, 24/36).

Nûr suresinin bu iki âyeti okunduktan sonra Çerağcı/Delilci “Destûr pîrim!” diyerek şu tercümanı (dua) okur:

“Bismillahirrahmanirrahim. Çerâğ-ı rûşen, fahr-i dervişân, zuhûr-ı iman, himmet-i pîran, Pîr-i Horasan, küşâd-ı meydan, kuvve-i abdalân, kanun-i evliyâ, gerçek erenler demine Hû, Muhammed Mustafa ve Ehl-i Beytine verelim salevât! Allahumme salli ala seyyidina Muhammed ve Âl-i Muham- med. (Bu duaya cemaat de eşlik eder.)

Ardından Çerağcı, “Bismillahirrahmanirrahim, Lâ fetâ illa Ali, la seyfe illa Zulfikâr. Bi nûri azametike Ya Allah! Ya Allah! Ya Allah! Bi nûri nübüvvetike Ya Muhammed! Ya Muhammed! Ya Muhammed! Bi sırri velâyetike Ya Ali! Ya Ali! Ya Ali!”[7] di­yerek üç mumu yakar. (Günümüz cemlerinde bu üç adet elektrik ampulü yakmak suretiyle yapılmaktadır.) Aynı ifadeler âyinin sonunda çerağın/delilin sırlanması (mumun söndürülmesi) sırasında da okunur. Çerağcı, bu aşamada bir Çerağ Düvaz’ı okur. Cemlerde en çok okunan ilgili düvaz şöyledir:

Çün çerâğ-ı fahr uyandırdık Hüdâ’nın aşkına
Seyyidü’l-Kevneyn Muhammed Mustafa’nın aşkına

Sâki-yi Kevser Aliyye’l-Murtezâ’nın aşkına
Hem Hadice, Fatima ol Hayrü’n-Nisâ’nın aşkına

Şah Hasan Hulk-i Riza hem Şah Hüseyn-i Kerbelâ
Ol İmam-i Etkiyâ Zeyne’l-Abâ’nın aşkına

Ol Muhammed Bâkır ol ki nesli pâk-i Murtezâ
İmam Cafer-i Sâdık ilim irfanın aşkına

Mûsa-i Kâzım serfirâz-i ehl-i Hak
Hem Ali Mûsa Rıza-yı sâbiranın aşkına

Şah Takî-yü bâ Nakî hem Hasanü’l-Askeri
Ol Muhammed Mehdi-yi sâhib-livâ’nın aşkına

Pîrimiz, üstadımız Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin aşkına
Haşre dek yanan yakılan evliyânın, enbiyânın aşkına

Ber-cemâl-i Muhammed, kemâl-i İmam Hasan, Şah Hüseyin Ali’yi pîr bilene verelim can­dan salevât! Herkes “Allahumme salli alâ seyyidinâ Muhammed ve alâ Âl-i Muhammed” diyerek salevat getirdikten sonra Dede, Çerağcı’ya şu duayı verir:

“Allah, Allah, hizmetin kabul, muradın hâsıl ola! Gönlün aydın, Hızır yol­daşın, erenler yoldaşın ola! Sonsuza dek bu çerağ, bu ışık demimizde, ce­mimizde eksik olmaya. Yolumuz aydın, gönlümüz mutlu ola! Câbir-i Ensâ- ri’nin himmeti üzerinde ola! Gerçek erenler demine Hû!” Çerağcı posta niyazını yapıp yerine gider.

Dede cemaate yönelik olarak şöyle bir dua eder:

“Horasan’dan bize ulaşan çerağımız sonsuza dek kılavuzumuz olsun. Çerağ- larımız yansın, yakılsın Muhammed-Ali aşkına! Çerağlarımız yansın, yakıl­sın Pîrimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli aşkına! Çerağlarımız yansın, yakılsın şehitler şahı İmam Hüseyin aşkına! Çerağlarımız yansın, yakılsın Kerbelâ Şehitleri aşkına! Çerağlarımız yansın, yakılsın Pir Sultanlarımızın ve tüm şe­hitlerimizin aşkına! Çerağlarımız yansın, yakılsın bu yurtlardan, bu cemler­den gelmiş geçmiş tüm canların, pirlerin, rehberlerin aşkına! Çerağlarımız sonsuza dek yansın, yolumuzu aydınlatsın, birliğimizi, varlığımızı güçlen­dirsin. Gerçeğe Hû.”[8]

Görüldüğü üzere kapalı toplum hâlinde yaşanıldığı ve cemlere kadınlı erkekli gi­rildiği için Alevilikle ilgili böyle bir iddia ortaya atılmış bulunmaktadır. Hâlbuki âyinde özellikle iftiraya konu olan “çerağ uyandırma”nın Kur’ân âyetleriyle yapı­lıyor olması böyle bir iftirayı ortaya atanları utandıracak mahiyette olsa gerektir. Burada dikkat çekici bir husus da Melikoff’un işaret ettiği üzere (2009: 87) bu de­dikoduları yayan ve bunlardan bahsedenlerin hiçbir zaman anlatılan taşkınlıkları görmemiş olduklarıdır.

3. Evliyâ Çelebi’nin “Mum Söndürme” ile İlgili Yorumu

Kırk yılı aşkın bir süre Osmanlı topraklarını gezmiş ünlü gezgin Evliyâ Çelebi (öl.1658), Seyahatnâmesi’nde Kızılbaşlarla ilgili olarak dile getirilen “mum söndür­me” iddiasının temelsiz olduğunu, “mum söndü yapılıyor” denilen yerleri sayısız defa gezdiğini ancak böyle bir şey görmediğini, bunun asılsız bir itham olduğunu söylemiştir. Ona göre bu iddianın temeli genel olarak insanoğlunun, dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yerici olmasına dayanmaktadır (Dankoff 2009: 702). Önemine binaen Evliyâ Çelebi’nin “mum söndürmek”[9] ile ilgili görüşünü aynen aktarmak istiyoruz:

Son söz olarak mum söndürme hadisesi… 1056 senesinde Erzurum’dan İran’a gittim ve 1055 tarihinde Bağdat’tan yine İran’daki Hemedan ve Dergüzin’e kadar gittim ve 1077 tarihinde Kırım bölgesinden Dağıstan’a ve ora­dan İran’ın demir kapısı, Şirvan Şamakisi ve Gilan Baküsüne vardım ve yine şimdi bu Rumiye, Hoy, Merend, Tesu, Kumla ve Tebriz diyarlarını gördüm. Mum söndürme dedikleri şeyi ve öyle bir amaçla toplanan bir topluluk gör­medim. Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir. Sivas eyaletinde Keskin, Bozok, Sungur ve İmâd sancaklarında mum söndürenler vardır ve mum söndürüp herkes birer adamın hanımını kucaklayıp bir kenarda bacak­lar derler ki haşa tekrar bir kere daha haşa ki [böyle bir şey yoktur]. Bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri [karış karış] gezdim, dolaştım ve yine Sivas’ta efendimiz vali iken Keskin ve Bozok’ta pek çok hizmet ve görev aldım. Fakat öyle bir şey görmedim. Yine belirtmem gerekir ki bu [bildiği bilmediği] her şeye burnunu sokan halk Rumeli’nde Silistre eyaletinde Deli Orman ve Karasu beldesinde ve Dobruca vilayetinde Şahseven ve mum söndürenler ve şah taclığı [elinde olan] erkek ve kadınlar vardır diye söylerler. Allah en iyi bilendir ki, bilakis oralarda elli kere bölgelerde severek görev­ler aldım. Fakat o şekilde şeriat dışı bir şey görmedim (Dankoff 701-702).

Evliyâ Çelebi’nin bu ifadeleri aynı dönemde yaşamış Kâtip Çelebi’nin yukarıda işa­ret edilen görüşüyle birleştirildiğinde “mum söndü” iftirasının bir toplum mühen­disliği çalışması olduğu sonucuna varabiliriz.

4. Bektaşi Sırrı

“Mum söndü” iftirasının bir benzeri Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında Bektaşilerle ilgili olarak “Bektaşi sırrı” adıyla ortaya çıkmıştır. Güya Bektaşiler, âyinlerinden sonra gerçekleştirdikleri muhabbet sofrasında Kızılbaşların yaptığı gibi mum sön­dü yapmaktadırlar.

Bu o kadar yaygınlaşmış olmalı ki sırf bunun için Bektaşilik tarikatını incelemeye karar veren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, araştırmaları sonucunda bu düşüncenin cehalete ve önyargıya dayalı aslı esası bulunmayan bir düşünce olduğunu, Bektaşi tarikatının o zamanki durumuyla ilgili yazdığı Nur Baba romanının “önsöz”ünde şöyle ifade etmiştir:

Netekim Nur Baba’nın bundan sekiz dokuz sene evvel yazılmış olmasına rağmen, meydana ancak şimdi çıkabilmesinin yegâne sebebi bir zamanlar benim de böyle bir ahlaki endişeye kapılışım, yani gerek cehalet, gerek sade dillik sâikasıyla hakikatde bir “Bektaşi Sırrı” mevcud bulunduğuna inanışımdır. Hâlbuki bir tarafdan şahsi görgülerim, diğer taraftan bu tarikat hakkında yapdığım tedkik ve tetebbu’lar bana isbat itdi ki “Bektaşi Sırrı” yalnız avamın beyninde yer bulan esassız mefhumlardan biridir (Karaosmanoğlu 1923: 6).

Irene Melikoff da hem “mum söndü” hem de “Bektaşi sırrı” ile ilgili olarak bunun uydurma ve karalayıcı bir zandan ibaret olduğunu, bu tür iftiraların, yabancı inanç­lara karşı -her zaman ve her yerde- söylenenlere benzediğini ifade etmiştir. Ona göre yaşadıkları toplumda eza görmeleri gibi koşullar ve sülûk törenlerinin doğası icabı kapalı cemiyetlere dönüşmüşleri, kendiliğinden bir gizlilik söylentisi (mythe) yaratmıştır (Melikoff 2009: 27).

Sonuç

Eline (E), diline (D), beline (B) sahip ol veya “Eline tek, diline pek, beline berk ol.” diyerek EDEB’i en güzel şekilde tanımlayan, karısını boşayanı zinâ etmiş gibi de­ğerlendirip “düşkün” ilan eden; tarihsel referansı Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin kar­deşliğine (muâhât) dayandırılan musahiplik erkânında, musahiplerin çocuklarının aradaki bu kardeşlik bağı zedelenmesin diye evlenmelerini yasaklayan Aleviliğin en büyük talihsizliği belki de üzerinde en çok hassasiyet gösterdiği konu üzerinden iftiraya maruz kalmasıdır.

Esasen insanlık tarihi incelendiğinde “mum söndü” benzeri cinsel sapkınlık suçla­maları her dönemde görülmüştür. Ancak aynı ithama maruz kalan grupların birbirleriyle özdeşleştirilmeleri, birbirlerinin selef ve halefleri gibi değerlendirilmeleri yanlıştır. Esasen daha ziyade egemen olan görüşün karşısındakini bastırmak için bir silah olarak kullandığı bu iftira her zaman amacına ulaşmıştır ki bu aynı zamanda iftiranın değişmez mantığını göstermektedir: Çamur at, izi kalsın! Evet, Alevilik/ Kızılbaşlık ile ilgili olan tam da budur. Dinî-siyasi bir çatışma alanı olarak Sünni-Alevi farklılaşmasının doğmasına da neden olan Osmanlı-Safevi çekişmesinde Safevileri destekleyen Kızılbaş Türkmenlere atılan bu iftira bugün hâlâ toplumsal bellekte yerini koruyor. Zaman zaman modern medya figürlerinin Kızılbaşlık ve mum söndüyle ilgili kırdıkları potlar bunun en büyük kanıtıdır.

Her ne kadar ayinlerin nâ-ehle gösterilmeden gizlice ve sadece belli kişilerin ka­tılmasıyla yapılıyor olması “Alevi sırı” ya da “Bektaşi sırrı” söylemlerini doğurmuş olsa da gizlilik ve herhangi bir ayinin bilmeyen, irfandan yoksun (nâdân) insanlar­dan gizli şekilde yapılması tasavvufun temel ilkelerinden birini de oluştursa “Mum söndü” iftirasının hâlâ zihinlerde yaşıyor olması, üzerinde düşünülmesi ve çözül­mesi gereken bir sorundur.

Öyle görünüyor ki Sünni toplum, “popüler kültür figürlerinin” belleklerine bile kazındığına göre, Kızılbaşlık/Alevilik ile ilgili son derece yanlış bilgilerle beslen­mektedir. Bunun temelinde tarihsel süreçte yaşanan siyasi kırılmalar yatsa bile, günümüzde hâlâ bunun devam ediyor olmasının sebebi, eğitim sistemimizde ve öğretim araçlarımızda Alevilik ile ilgili yeterli düzeyde öğretici bilginin olmayışı ve insanların da hâlâ önyargıya dayalı kulaktan dolma bilgilerle donatılıyor olmasıdır. Öyleyse yapılması gereken nedir?

Kanaatime göre, devletin bu işe el atıp müfredata Alevilikle ilgili (esasen eğer birlik­te huzur içinde yaşamak istiyorsak Alevilik yetmez, Türkiye’de yaşayan tüm dinî/ mezhebî gruplarla ilgili) sahih bilgilerin konulmasını ve öğretilmesini sağlaması ge­rekmektedir. Bunun için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi uygun görünmektedir. Evet, son yıllarda Alevilik konusu Din Kültürü kitaplarının içine girmiştir, ancak daha zengin bir içerikle konunun geliştirilmesi gerekmektedir.

Bu iftiranın ortaya çıkışındaki diğer bir neden de psikolojiktir ve “kişi bilmediğinin düşmanıdır.” vecizesinde kendini göstermektedir. İnsanlar genellikle bilmedikleri konuda fazlasıyla ön yargılı olabilmektedirler. İşin içinde bir de Kızılbaşlık gibi Os­manlı devletinden kalma bir siyasi çekişme olunca bu önyargının kuvveti ziyade­siyle artmaktadır.

Yüce Allah inananlara Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Siz ey iman eden­ler! (Birbiriniz hakkında kötü) zandan şiddetle kaçının! Unutmayın ki zannın bir kısmı ağır bir vebaldir! Birbirinizin gizli saklısını da asla araştırmayın ve birbiri­nizin gıybetini etmeyin! İçinizde ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanan biri var mı? Bakın, tiksindiniz işte! Sözün özü: Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın! Kuşkusuz Allah tevbeleri kabul eden sınırsız rahmet kaynağıdır” (Hucurat, 49/12). “Ve bilmediğin bir şeyin peşinden gitme! (Bilmediğin bir konuda konuş­ma!) Çünkü kulak, göz ve gönül; bütün bunlar (hesap günü) ondan dolayı sorguya çekilecektir” (İsra, 17/36).

Doç. Dr. Doğan KAPLAN

Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. e-posta: dogakaplan@gmail.com

Alıntı Kaynak:  Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi


Kaynaklar:
♦ AZİMLİ, Mehmet (2004). Abbasiler Dönemi Babek İsyanı. Ankara: İlâhiyât Yay.
♦ BAĞDADİ, Abdulkâhir b. Tâhir b. Muhammed (1993). El-Fark Beyne’l-Fırak. (Tahkik: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid). Beyrut: el-Mektebetu’l-Asriyye.
♦ BİLGİLİ, Ali Sinan (2003). “Osmanlı Tarih Yazarlarının Algısıyla Türkiye-İran İlişkilerinde Siyasi Karakterin Dinî Söylemi: Kızılbaşlık”, HBVAD, 27/21-41.
♦ DANKOFF, Robert (2009). “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Önceki Baskısında Yer Almamış Olan “Mum Söndürmek” Anlatısı”. (çev. Nurettin Gemici). Turkish Studies. 4/3: 696-702.
♦ EBU’L-MEÂLİ, Muhammed b. Ubeydullah. Beyânu’l-Edyân der şerh-i Edyân ve Mezâhib-i Câhili ve İslâmi. (Tashih: Abbas İkbâl Aştiyâni, Muhammed Taki Dânişpezuh). (hzl. Muhammed Debir Siyâqi). Tehran: Ruzne, 1375 (1996).
♦ HAMED, Hüseyin Ali (1998). Kâmusu’l-Mezâhib we’l-Edyân. Beyrut: Dâru’l-Cîl.
♦ IMRE, Adorjan (2004). Mum Söndürme’ İftirasının Kökeni ve Tarihsel Süreçte Gelişimiyle İlgili Bir Değerlendirme. (der. İsmail Engin-Havva Engin). İstanbul: Kitap Yayınevi.
♦ KAPLAN, Doğan (2012). Yazılı Kaynaklarına Göre Alevilik. Ankara: TDV Yay.
♦ KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (1923). Nur Baba. İstanbul: Orhaniye Matbaası.
♦ Kâtip ÇELEBİ (1306). Hacı Halife Mustafa b. Abdullah (öl.1067/1657). Mîzânu’l-Hakk fi İhtiyâri’l-Ehakk. İstanbul: Ebu’z-Ziya Matbaası.
♦ Kâtip ÇELEBİ (1981). Hacı Halife Mustafa b. Abdullah. Mîzânu’l-Hakk fi İhtiyâri’l- Ehakk-İslâm’da Tenkid ve Tartışma Usûlü. (hzl. Mustafa Kara). İstanbul: Marifet Yay.
♦ KÖPRÜLÜ, Fuad (1984). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. (hzl. Orhan F. Köprülü). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
♦ MUHAMMEDOĞLU, Aliev Saleh (1998). “Hürremiyye”. Diyanet İslam Ansiklopedisi. c. XVIII. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 500-501.
♦ SAVAŞ, Saim (2002). XVI. Asırda Anadolu’da Alevîlik. Ankara: Vadi Yayınları.
♦ ŞEHRESTANÎ, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim (1998). El-Milel ve’n-Nihal. (Tahkik: Emir Ali Mehna, Ali Hasan Fâûr). Beyrut: Dâru’l-Ma’rife.
♦ YAMAN, Mehmet (2003). Alevilikte Cem. İstanbul: Can Yayınları.
♦ YILDIZ, Hakkı Dursun (1991). “Bâbek”. Diyanet İslam Ansiklopedisi. C. IV. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 376-377.
Dipnotlar:
[1] Fuad Köprülü bu anlatıyı bize, Ahmed Yesevi’nin menkıbelerini, tarikatının âdâp ve usullerini anlatan Cevâhiru’l-Ebrâr min Em- vâci’l-Bihâr adlı Hazini isimli bir Yesevi dervişinin III. Murad devrinde yazmış olduğu eserden aktarmıştır. (Adı geçen eserle ilgili olarak bkz. Köprülü 1984: 368-369). Bir menâkıbnâme de olsa bu tür eserlerin satır arasından hakiki bilgiye ulaşmak mümkündür. Örneğin burada aktarılan alıntıda anlatılan olayın doğruluğu yanlışlığından ziyade Ahmed Yesevi’nin sohbetlerinin kadınlı erkekli oluşu bir hakikat olarak kendini göstermektedir.
[2] Esasen muhalif mezhep ya da inanış mensuplarının akraba ile cinsel ilişki kurması, ana bacı tanımaması (ensest ilişki/orgia/ safahat âlemi) vb. gibi iftiraların tarihi milattan önceye dayanmaktadır. Eskiçağ’da Romalı tarihçi Livius, MÖ 186 yılında “baccha- nalia meselesi” adıyla böyle bir olaydan bahseder. “Mum söndü” iftirasının milattan önce putperest Roma’da ve milattan sonra Hristiyan toplumlarında ilk ortaya çıkışı, Hiristiyan dünyasında bu ithama maruz kalan Paulikian, Bogomil, Kathar vb. mezheplerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Imre 2004: 123-136.
[3] Alevilik tabirinin 20. yüzyılın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan şemsiye bir kavram olduğu, öncesinde bu tabir yerine Kızılbaşlığın kullanıldığı ve Kızılbaşlığın da ilk defa Safevi şahlarından Şah Haydar (ö. 1488) zamanında kendi taraftarları için bir alamet-i fârika olarak tasarladığı kızıl serpuştan kaynaklandığı vb. hususlar için bkz. Kaplan 2012: 29-40.
[4] Babek’in isyanıyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Azimli 2004.
[5] Burada bu vesileyle Alevilik ile ilgili kimi popüler yayınlarda gördüğümüz vahim bir hataya işaret etmekte fayda görüyoruz. Sean Martin’in The Cathars adıyla yayımlamış olduğu Hristiyan heretikleriyle ilgili kitabının Türkçeye Orta Çağ’da Avrupa’da Alevi Hareketi Katharlar (Kalkedon 2009) adıyla çevrilmiş olması affedilmez bir saptırmadır. Esasen ilgili çeviride Alevilikle ilgili en ufak bir iz, bir gönderme olmamasına rağmen ilgili çeviriye bir sunuş yazan Ali Galip’e göre yazar Kathar uzmanı S. Martin onların Alev- ilerin ataları olduklarını bilmemektedir. Aslında A. Galip veya Alevilikle ilgili popüler kitapları olan Erdoğan Çınar’ın temel yanlışı benzerliklerden hareketle bir özdeşleştirmede bulunmadır. Örneğin Katharlar, Bogomiller ve daha başka Hristiyan gruplar “mum söndü” yapmakla itham edilmişler, Alevilik de böyle bir şeye maruz kalmış, o zaman Alevilerin atası adı geçen gruplardır. Alevilikte Hak-Muhammed-Ali anlayışı var, bu Hristiyanlıktaki teslise benziyor, o zaman Aleviliğin aslı Hristiyanlıktır gibi yanlış yorumlara bu bahsettiğimiz özdeşleştirme yanlışı sebep olmaktadır.
[6] Aslında bu tür iddialar sadece İslam toplumunda değil tüm inanç gruplarında görülmektedir. Örneğin MS 2. yüzyılın sonunda Romalı putperest Felix Minucius’un tüm Hristiyanların mum söndü yaptıklarına dair şu ifadeleri meramımızı anlatmaya yetecek­tir: “(Hristiyanlar) merasimlerinde papazın cinsel organlarını öperler… Bayram günlerinde çocuklarıyla, kardeşleriyle, anneleriyle ve çeşitli yaşta olan erkeklerle ve kadınlarla beraber bir araya gelirler. Eğlencedeki gerginlikte, içki içtikten sonra kötü arzuları yükselerek. çerağ sütunu düştükten sonra ışık söner. karanlıkta tutku yırtılır, kim kiminle birleşir sadece tesadüfler sonucudur” (Imre 2004: 128-129).
[7] Duadaki Arapça ifadelerin karşılığı şöyledir: “Senin büyüklüğünün nuruyla ey Allahım! Peygamberliğinin nuruyla ey Muhammed! Velayetinin sırrıyla ey Ali!”
[8] Cem ayininin “Çerağ Uyandırma” bölümüyle ilgili anlatı Mehmet Yaman’ın (2003) çalışmasının yanı sıra Cem Vakfı’nca kayded­ilip satışa sunulan görüntülü videolardan derlenmiştir.
[9] Evliya Çelebi’nin “mum söndü” ile ilgili kısa anlatısı Seyahatnâme’nin ilk baskısında (İkdam matbaası 1314/1896, IV/307) yer al­mamıştır. Bu eksik kısmı ünlü Evliyâ uzmanı Robert Dankoff, Seyahatnâme’nin Topkapı Müzesi, Bağdat Köşkü 305 no.da bulunan Evliyâ’nın kendi el yazısıyla yazdığı yazmadan (vr. 296b-297a) aynen aktararak 1995 yılında yayımlamıştır.

TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI