Günümüzün en büyük çelişkisi: Bağlıyız ama yalnızız. Dünya parmaklarımızın ucunda, her şey bir tık ötemizde. Ancak yanı başımızdakilere ulaşmak, bazen kilometrelerce uzaktakinden bile zor. Sosyal medya uygulamaları, mesajlaşma platformları, görüntülü konuşmalar… Hepsi bizi birbirimize bağlamak için tasarlandı. Ama zamanla bu bağlar, yüz yüze ilişkilerimizin yerini aldı.
Teknoloji bizi bir tıkla dünyanın diğer ucuna ulaştırıyor ama aynı evde oturduğumuz insanlara dokunmayı unutturuyor. Kalabalıkların içinde yalnızlaşmak, ekranların ardına gizlenmek, gülüşlerimizi filtrelerle süslemek ama içimizdekileri gizlemek... Parlak ekranlara bakmaktan, karşımızdakinin gözlerine bakmayı bıraktık. O gözlerdeki yorgunluğu, sevinci, hüznü göremez olduk.
Bir çocuğun ilk adımını bir videoda saklamak elbette güzel. Ama o adımı izlemek mi daha anlamlı, yoksa elini uzatıp o adıma eşlik etmek mi? Düğünlerde, doğum günlerinde, bayram sofralarında... Artık herkesin elinde bir telefon, herkesin aklında bir “story” telaşı. Yaşanılan anı belgelemek uğruna, o anı kaçırıyoruz. Anı kaydediyoruz ama hissetmiyoruz. His bırakmadan, iz bırakmadan geçip gidiyor dakikalar.
Oysa insan hatırlamak ister. Ama hafızamız sadece görüntülerle değil, duygularla çalışır. Ve hatırlanan en güzel şey, bir göz temasında hissedilen sıcaklıktır. Bir sessizlikte duyulan güven, bir tebessümde kurulan bağ… Fotoğraflar silinir, videolar kaybolur, ama bir sarılmanın bıraktığı iz yıllarca kalır.
Evet, teknoloji ilerlesin. Kolaylıklar artsın, mesafeler kısalsın. Ama insan geride kalmasın. Çünkü ekranlar geçici, ama bir dokunuş kalıcıdır. Bir elin avuç içini bulması, bir çocuğun gözlerine bakarak “buradayım” demek, bir dostun sessizliğinde yanında durmak… Bunlar teknolojiyle ölçülemeyen, algoritmalarla anlatılamayan gerçek bağlardır.
Ve belki de bu yüzden, zaman zaman ekranı kapatmak gerekir. Sadece bakmak değil, görmek için. Sadece duymak değil, dinlemek için. Sadece orada olmak değil, gerçekten var olmak için. Çünkü ekranlar bilgi taşır; ama insan, duygu taşır.
Günümüzün en büyük çelişkisi: Bağlıyız ama yalnızız. Dünya parmaklarımızın ucunda, her şey bir tık ötemizde. Ancak yanı başımızdakilere ulaşmak, bazen kilometrelerce uzaktakinden bile zor. Sosyal medya uygulamaları, mesajlaşma platformları, görüntülü konuşmalar… Hepsi bizi birbirimize bağlamak için tasarlandı. Ama zamanla bu bağlar, yüz yüze ilişkilerimizin yerini aldı.
Teknoloji bizi bir tıkla dünyanın diğer ucuna ulaştırıyor ama aynı evde oturduğumuz insanlara dokunmayı unutturuyor. Kalabalıkların içinde yalnızlaşmak, ekranların ardına gizlenmek, gülüşlerimizi filtrelerle süslemek ama içimizdekileri gizlemek... Parlak ekranlara bakmaktan, karşımızdakinin gözlerine bakmayı bıraktık. O gözlerdeki yorgunluğu, sevinci, hüznü göremez olduk.
Bir çocuğun ilk adımını bir videoda saklamak elbette güzel. Ama o adımı izlemek mi daha anlamlı, yoksa elini uzatıp o adıma eşlik etmek mi? Düğünlerde, doğum günlerinde, bayram sofralarında... Artık herkesin elinde bir telefon, herkesin aklında bir “story” telaşı. Yaşanılan anı belgelemek uğruna, o anı kaçırıyoruz. Anı kaydediyoruz ama hissetmiyoruz. His bırakmadan, iz bırakmadan geçip gidiyor dakikalar.
Oysa insan hatırlamak ister. Ama hafızamız sadece görüntülerle değil, duygularla çalışır. Ve hatırlanan en güzel şey, bir göz temasında hissedilen sıcaklıktır. Bir sessizlikte duyulan güven, bir tebessümde kurulan bağ… Fotoğraflar silinir, videolar kaybolur, ama bir sarılmanın bıraktığı iz yıllarca kalır.
Evet, teknoloji ilerlesin. Kolaylıklar artsın, mesafeler kısalsın. Ama insan geride kalmasın. Çünkü ekranlar geçici, ama bir dokunuş kalıcıdır. Bir elin avuç içini bulması, bir çocuğun gözlerine bakarak “buradayım” demek, bir dostun sessizliğinde yanında durmak… Bunlar teknolojiyle ölçülemeyen, algoritmalarla anlatılamayan gerçek bağlardır.
Ve belki de bu yüzden, zaman zaman ekranı kapatmak gerekir. Sadece bakmak değil, görmek için. Sadece duymak değil, dinlemek için. Sadece orada olmak değil, gerçekten var olmak için. Çünkü ekranlar bilgi taşır; ama insan, duygu taşır.